Bu Blogda Ara

29 Aralık 2009 Salı

"Polis Devleti"leşmek

Bugünlerde “polis devletine dönüşüyoruz arkadaşlar” diyerek geziyorum okulumun koridorlarında. Bu serzenişimi duyan çoğu kişi ise beni ya olayları abartmakla itham ediyor, ya da polisin yetkisinin arttırılmasının haklılığına ikna etmeye çalışıyor. Üstelik bunu Amerika gibi ülkeleri örnek göstererek yapmaya çalışanlar dahi çıkıyor.

Öncelikle şunu belirteyim ki, Türkiye’nin ceza hukukunu ve güvenlik yapısını ele aldığımızda, hala bazı eyaletlerinde idam cezasının uygulandığı bir ülkeden daha demokratik olduğu gerçeğine varabiliriz. Bu yüzden karşılaştırmalarımda, ülke yapısı bakımından bize daha fazla benzeyen, Avrupa ülkelerini kullanmaktan yanayım.

Sanıldığı aksine; günümüzde iktidarın kolluk kuvvetlerinin gücünü hukuki dayanaklar olmadan kullanabiliyor olmasını anlatan “polis devleti” söz öbeği, Antik Yunanca’da şehir anlamına gelen polisten türeyerek gelmemiştir. Bu cümlede kullandığımız “polis devleti” almanca polizeistaat kelimesinden literatürümüze geçmiştir ve 17 ile 18. yüzyılda Avrupa’da yaşanan mutlakiyetçi rejimi açıklamak amacıyla kullanılmıştır.

Anayasamızdan da örnek vermek gerekirse eğer, “Polis devleti” ibaresi, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan “Hukuk Devleti” ibaresinin zıt anlamlısı olarak kabul edilmektedir.

Şimdi neden bir polis devletine dönüştüğümüzü düşündüğüme gelelim isterseniz…

Birkaç gün öncesinde cumhuriyet tarihinde ilk kez bir askeri karargah savcılar ve polis tarafından, tam anlamıyla, basıldı. Dayanağını aylar öncesinde sivil mahkemelere askeri yargılamaları yapma hakkı tanıyan bir yasa değişikliğinden alan bu baskın sonucunda bazı belgelere el konuldu. Sonrasındaysa gazetelerde bu baskınları, özel harekat timinin ofisine yapılan bir başka baskının izlediği haberlerini okuduk.

Ondan öncesinde ise, “hak verilmez, alınır” mantığıyla hareket eden ve ellerinden alınan haklarını talep etmek üzere miting düzenleyen Tekel işçileri, düşman misali, başarılı bir operasyon* sonucu püskürtüldü. Bu esnada, işçilerle polis arasında bir tampon bölge oluşturmaya çalışan bazı milletvekilleri ise aynı muameleden fazlasıyla nasibini aldı.Kısacası, yasalar karşılığında bile dokunulmazlığı olan milletvekillerine “fiziksel” anlamda dokunulmuş oldu ve “uyarılar yapılmıştı” gibi açıklamalarla birlikte bu müdahale haklı gösterilmeye çalışıldı.

Geçen sene Yunanistan, bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesi sonucu, tam tabiriyle, birbirine girerken;biz Türkiye’de hapishanede işkenceden ölenlere mi, polisin kaza kurşunuyla* ölenlere mi yoksa hapishanede ölüp “kendini ayakkabı bağıyla astı” açıklaması yapılan gence mi üzüleceğimizi bilemez hale geldik.

Hepsinden daha da vahim olanı nedir biliyor musunuz, bir anda yapılan ısı artışına tepki gösterip tavadan dışarı atlayan, ancak ısı yavaş yavaş arttırıldığında fark edemeyip kaynayan kurbağa hikayesini bilmemize rağmen hala tavadan atlama cesaretini gösteremiyoruz ki göstermemize de izin verilmiyor.

Sorun, Ergenekon tarzı bazı davalar sonucu içeri atılıp derin devlete üye olduğu ispatlanan çeteciler ve eski paşalar değildir.

Sorun, bu esnada her muhalifin soruşturma geçirmesi ve bunun sonucunda ülkeye hakim olan yıldırma, korkutma mantalitesidir.

Sorun, hukuk önünde “suçluluğu ispatlanana kadar herkesin masum olduğu “olgusunun, “masumluğu ispatlanana kadar herkes suçludur” olgusuna dönüştürülmeye çalışılmasındadır.

Tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum…

Anayasamıza göre hukuk devletinin tanımı: “faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlayan devlet”tir. Polis devletinin tanımı ise : “kamunun refahı ve selameti için, her türlü önlemi alabilen, bu amaçla kişilerin hak ve özgürlüklerine alabildiğine müdahale edebilen, onlara külfetler yükleyebilen fakat tüm bunları yaparken idaresi hukuka bağlı olmayan devlet”tir.

Merak ediyorum da, acaba şu ana kadar hangi muhalif evinden sabahın köründe apar topar götürülürken, hangi mitinge müdahale edilerek savaşta kullanılmak üzere tasarlanan bombalar kullanılırken veya hangi eylemci hapishanede işkenceye maruz kalırken hukuki güvenlikleri göz önünde bulunduruldu?

Sizce de yavaş yavaş bir polis devletine dönüşmüyor muyuz?

15 Aralık 2009 Salı

Avrupa Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası "Organizasyonu"

Bildiğiniz üzere, geçtiğimiz günlerde Türkiye oldukça önemli bir organizasyona ev sahipliği yaptı. Avrupa Kısa Kulvar Yüzme Şampiyonası spor çevrelerince prestijiyle tanınan bir şampiyona konumunda. Bu yüzden de böyle bir organizasyondan sonuç itibariyle “alnımızın akıyla” çıkmış olmamız kutlanması gereken bir başarı.

Şampiyona başlamadan önce organizasyona dair bir çok tartışma yer aldı çeşitli yayın kuruluşlarında. En büyük tartışmalardan biri de Abdi İpekçi gibi bir basketbol kompleksine kurulan portatif havuz üzerineydi. Abdi İpekçi’nin basketbol takımlarımız açısından önemini hesaba kattığımızda, salonun hasar göreceğine yönelik eleştirilerin gelmesini oldukça normal karşılıyorum. Ancak kullanılan yeni teknolojiler ve havuzun üstüne kurulan nem emici sistemlerle beraber hasarın en aza indirgendiğini düşünmekteyim. Tabii bu süreçte bazı spor yazarlarının, bunun geçici bir çözüm olduğu ve yeni bir havuz yapılması gerekliliği yönünde demeçleri de oldu. Bunları kısmen haklı bulmakla birlikte belirtmeliyim ki, bu portatif havuz Abdi İpekçi’den Tozkoparan’a taşındığında ülkemiz ilk yüzme kompleksine kavuşmuş olacak.

Yeni teknoloji mayoların 2010 ile beraber kullanılmayacak olması da bir nevi bu şampiyonada kırılan rekorların uzun süre tekrar kırılamayacağı anlamına gelmekte.Tüm bu tartışmaların gölgesinde yapılan bu şampiyona; rekortmen sporcularıyla, rekorlarıyla ve en önemlisi ülkede yüzmenin tanıtımına yaptığı katkıyla Türkiye’nin organizasyon karnesine başka bir “pekiyi”yi getirmiş bulunmakta. Peki Türkiye şampiyona organizatörü bir ülke olma yolunda ne durumda ve bu organizasyonların basına yansımaları ne şekilde?… İsterseniz bunun için biraz geriye gidelim.

Bu ülkede yaşayan insanlar olarak ortak bir özelliğimiz var, ki o da hiçbir şekilde kendimize güvenemememiz.Çoğu organizasyon öncesinde, basının da bu yaklaşıma bağımlı olarak bu önyargıya hizmet ettiğine tanık olduk. Belki de bu önyargıyı bir nebze kıran ilk spor olayı , 1971 Akdeniz Oyunlarını saymazsak eğer, ülkemizde düzenlenen 2001 senesindeki Avrupa Basketbol Şampiyonası oldu. Bu şampiyona, oluşturulan her türlü spekülasyona rağmen, kararlı bir organizasyon takımı sayesinde başarıyla atlatıldı ve sonucunda da Türkiye şampiyona tarihinde ilk kez gümüş madalyaya ulaşmış oldu.

Bundan sonraki ilk başarılı şampiyona hatırlarsanız eğer, 2005’te İzmir’de düzenlenen Üniversite Yaz Oyunları’ydı. Türkiye’nin şu ana kadar yaptığı en başarılı organizasyonlardan biri olması bir yana, ülkemizin spor tanıtımına ve daha da önemlisi ileride gerçekleştirilecek spor müsabakalarının ülkemize alınmasına önemli katkı sağladı. Dönemin FISU(Uluslararası Üniversite Spor Federasyonu) Başkanı George E. Killian da oyunlardan sonra yaptığı açıklamada, İzmir 2005’i oyunlar tarihinin en başarılı birkaç organizasyonundan birisi olarak taçlandırdı.

2005’te yapılan ve uluslar arası spor kamuoyunun beğenilerini toplayan bu organizasyon , Hıncal Uluç başta olmak üzere bazı spor yazarları tarafındansa acımasızca eleştirilmişti. Verilen bu demeçlerde, kurulan spor komplekslerinin ve yapılan tanıtımın ileride hiçbir katkı sağlayamayacağı ve para israfı olduğu söylenmiş; aynı dönemde yarışılmaya başlanan İstanbul Park ise tanıtım ve para getirisi açısından başarılı bir örnek olarak gösterilmişti.

Şimdi bakıyorum da, İstanbul Park her sene zarar edilmesinden dolayı geleceği tartışılan bir pist haline gelmişken, Türkiye üst üste gerçekleştirdiği bu organizasyonların meyvelerini toplamaya başlıyor.

Bu başarılı spor müsabakalarının getirilerini tanıtım ve maddi kazanç olarak da sınırlamamak gerek. Keza düzenlendiği şehirlere de önemli getirileri olan spor olayları bunlar. Buna en iyi örneği ise 2011 yılında Üniversite Kış Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapacak Erzurum oluşturuyor.

FISU 2005 İzmir’den son derece memnun kalmış olacak ki, bunun ödülü olarak 2011 kış oyunları tekrardan Türkiye'ye verildi. Yine de bu, her başarının altında bir başarısızlık aramayı misyon bilen bazı basın mensublarını tatmin etmedi ki bu organizasyona zaten hiçbir ülke tarafından talip olunmadığı yönünde bir sürü yazı yazıldı. Hatta aralarından “organizasyon etmeye bile değmeyecek” bir spor olayının Türkiye’ye alındığını duyurmaya kalkanlar bile çıktı.

Bu esnada atlanan bir detay var ki, o da spor kültüründen yoksun bir ülkede, olimpiyat gibi farklı spor dallarının yer aldığı bir şampiyonanın yapılmasının ülke düzeyinde yapacağı katkı. Bunun yanında kurulacak spor komplekslerinden bahsetmiyorum bile.

Şu aşamada ben ne desem boş, keza bu yazarlara en iyi cevabı, 5-10 yıl sonra Erzurum’da kurulan bu tesislerden yetişen bir sporcu çıkıp, uluslar arası arenada bayrağımızı başarıyla dalgalandırdığında verecek.

Bu günlerde, 2020 Olimpiyatları adaylığına hazırlanan ülkemizi önümüzdeki üç senede de önemli organizasyonlar beklemekte.Umarım, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası, 2011 Üniversite Kış Oyunları ve 2012 Dünya Yüzme Şampiyonası’yla beraber Türkiye taraflı tarafsız herkes tarafından bir “organizasyon ülkesi” olarak görülmeye başlanacak.

En azından, 2020 için masaya oturduğumuzda dosyamızda “yapılması vaad edilenler”in yanında “düzenlenen şampiyonaların başarılı karneleri” de yer alacak.

Nice başarılı organizasyonlara...

11 Aralık 2009 Cuma

Son Dakika - DTP Kapatıldı...

Anayasa mahkemesinin 11 Aralık 2009 tarihinde aldığı kararla DTP kapatılmış, partinin kurucu başkanları dahil 37 kişiye 5 yıl boyunca siyaset yasağı getirilmiş ve faal olarak milletvekilliği görevini sürdüren Diyarbakır milletvekili Aysel Tuğluk ile Mardin milletvekili Ahmet Türk’ün milletvekilliği düşürülmüştür…

Öncelikle şunu belirteyim, demokratik bir ülkede bölgede yaşayan insanların oylarıyla göreve getirilen insanları siyasi darbe niteliğinde bir kararla görevden alan bu zihniyetle beraber “Açılım” resmen, hukuken ve fiilen bitmiştir.

Türkiye’de 80’lerden itibaren, yaklaşık 29 yılda, kapatılan parti sayısı 19. Basit bir matematik işlemiyle, her 1.5 yılda bir partinin kapatıldığını görmekteyiz. Peki, hangi partinin kapatılmasına neden olan sorunlar kökünden çözüldü bu ülkede? Hangi kapatma kararı, söylendiği üzere demokrasiye ve halkın refahına hizmet etti?

Ben, şu ana kadar, hiçbir kapatma kararının gerilimi arttırmaktan ve ekilen demokrasi tohumlarını topraktan çıkartmaktan başka bir işe yaradığını görmedim. Yarayamaz da…

Anayasa Mahkemesi üyelerinin görevi önlerine gelen bir davayı, yargının en yüksek mercii olarak, anayasa dahilinde değerlendirmek ve buna göre karar vermektir.Bu ülke bugün bu durumdaysa, ve seçmenlerin oylarıyla göreve getirilen bir siyasi parti kapatılabiliyorsa bir şeyler yanlış yapılıyor demektir.Her yapılandan sonra bir suçlu aramak adetim değildir ancak illa bir suçlu aranacaksa, 80’lere bakılması gerekiyor. Hatta çok da geriye gitmeyelim 2 sene sonrasına bakalım isterseniz. 82 yılında kabul edilen yeni anayasa askeri bir rejimin getirdiği bir anayasadır ve hala kullanılmaktadır. Demokratik bir ülkede, asker etkisi altında yapılan bu anayasadır suçlu olan.

Darbeler ülkeleri 20-30 yıl geriye götürür derler. Bu sözün doğruluğuna bu kadar hak verdiğim bir başka gün daha hatırlayamıyorum. Biz, ne yazık ki, 20-30 yıl geriye gitmekle kalmadık, hala o zamanların diktacı rejimini uygulatmaya çalışıyoruz. Halen, bazı sorunları görmezden gelerek çözebileceğimize inanıyoruz.

İster “Demokrasi Sorunu” diyin, ister “Azınlık Sorunu” isterseniz de “Kürt Sorunu”… Bu sorunun tek bir çözümü vardır. Bu açılımın tek bir çıkış yolu vardır. O da öncelikle anayasanın değiştirilmesi, sonrasında ise bölmeye değil birleştirmeye yönelik samimi adımlarla beraber bölgede sosyal ve ekonomik refahın arttırılmasıdır.

Biz bu ülkede, Lazca şarkı yazan Kazım Koyuncu’yu bağrımıza basıp, Kürtçe şarkı yazan Ahmet Kaya’yı yuhaladıkça bu sorunu çözemeyeceğiz.

Biz bölgede yaşayan vatandaşlarımızca DTP’ye verilen oyların nedenlerini araştırmayıp, bunlara uygun açılımlar yapmadıkça bu sorunu çözemeyeceğiz.

Ve biz Kürtçe konuşmak, Kürtçe yazmak isteyen insanlarla; bu ülkeyi bölmek isteyen insanları ayıramadıkça bu sorunu çözemeyeceğiz.

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun ve bu kararı ona göre yorumlayın. Bu ülkede, hangi parti kapatıldıktan sonra sorunları çözmek adına olumlu bir tek adım atıldı acaba?

5 Aralık 2009 Cumartesi

Üçüncü Köprü

Serüven Kulübü... Tam üç yıl öncesinde üç öğrencisi olmasına rağmen özel izinle açılan bu kulüp, yeni yılını yirmiyi aşkın üyesiyle beraber ilk kampını gerçekleştirerek kutladı. Kulüpteki sorumlu öğretmen Gencer Emiroğlu nam-ı diğer Gencer Abi’nin, önceki senelerde bahar aylarında yapılan kampı, bu yıl böylesine erken bir tarihe alarak; kulüpteki birliği ve dayanışmayı sağlamayı amaçlayan planının tuttuğunu kamp bitiminde otobüste yerlerimizi aldığımızda anlıyorduk. Tabii bunda kamp attığımız yer olan Kulindağ’ın da etkisini göz ardı etmemek gerek.

Kavacık’ın da metropol sınırları içerisinde yer aldığını söyleyebiliyorsak eğer, şehrin 20 dakika uzağında size kendinizi Karadeniz ormanlarındaymış gibi hissettirebilen bir yer Kulindağ. İstanbul’un ciğerlerinin tam ortasında, maceraperestler için eşi benzeri bulunmaz bir kamp alanı. Çoğu zaman Galatasaray ve ihaleleriyle gündeme gelen Riva arazisinin kuzey tarafında yer alıyor zaten. Şirin bir İstanbul köyünün(!) hemen yukarısı…

Şehre bu denli yakın olmasına rağmen doğal bir izolasyonu var bu arazinin. Size günlük yaşantının stresinden, dertlerinden ve rutinlerinden uzaklaşma şansı tanıyan bir güzide kamp yeri. Kısacası şehir yaşantısından uzakta, kendinizle yüzleşme şansını bulabileceğiniz saf bir doğa…

Robert Kolej’in genç kampçıları olarak biz de öncelikle bir keşif gezisine çıktık. Yöreyi iyice tanıyıp keşfettikten sonra, gece geç saate kalmadan kamp attık. Yemek faslından sonra bir kamp klasiği olarak ateş eşliğinde şarkılar söylenmeye başlandı. Bu sırada klüp üyeleri, ateşte nasıl mısır pişirileceği üzerine çözüm bulmaya çalışıyorlardı. Geceyi ise yıldızlara bakar bir halde yatarak noktaladık. Doğanın uğultusunun, şehrin uğultusu aksine, sizi dinlendirdiğini ve rahatlattığını anlamak için bundan daha iyi bir yol olamaz heralde.Bu sırada aylardır belki yıllardır ilk defa zamanın aktığını fark etmediğimi anladım. Zamanınız ancak onu düşünmediğinizde böyle değerleniyor sanırsam…

Keşke ileride de Kulindağ’a böyle bir gezi yapabilecek şansımız olabilse. “Keşke” diyorum; çünkü uygulamaya konulmaya başlanan projelerle beraber, demin betimlediğim bu kamp yerinin tam da üstünden üçüncü köprü geçecek. Birinci değil, ikinci değil; üçüncü köprü. İlk iki köprünün çözemediği sorunlara tek başına çare olacak olan üçüncü köprü. Doğaya zarar verilmeden, Fransa’nın güneyindeki köprüler gibi kurulacak olan üçüncü köprü. Yaklaşık 14 yıl önce, bu fikir ilk kez ortaya atıldığında zamanın üst düzey yetkilisi tarafından “Üçüncü köprü bir cinayettir. Böyle bir teşebbüs İstanbul’un çağdaş kentleşmesi ve şehir içi ulaşım sistemi için ölümcül sonuçlar doğurur” denen bu üçüncü köprü.

İstanbul’u seven ve İstanbul’da yaşayan biri olarak gerçekten inanmak istiyorum tüm bunlara. Örnek verildiği üzere, Fransa’nın güneyinde yapılan Millau köprüsü gibi, toplam 394 milyon Euro’ya mal olmasına rağmen, yerin yaklaşık 200 metre üstünden geçecek ve doğaya kesinlikle zarar vermeyecek şekilde yapılmasına inanmak istiyorum.

Üçüncü köprünün dördüncü köprüye yol açmayacağına, diğerlerinin çözüm olamadığı tüm sorunları yapıldığı an çözeceğine inanmak istiyorum.

14 yıl önce ölümcül sonuçları olacaktır, diyerek bu köprüye karşı çıkan görüşün, bugün fikir değiştirmesinin tek nedeninin bölgede yapılan çalışmalar sonucu zarar vermeyeceğine olan inancı olduğuna inanmak istiyorum.

On yıl sonra tekrar Kulindağ’a gidip kamp attıktan sonra nemli toprağın üzerine uzanıp gökyüzüne baktığımda, tekrardan o gece gördüğüm yıldızları aynı berraklıkla, engelleyen hiçbir eksoz dumanı olmadan, görebileceğime inanmak istiyorum.

İnanmak istiyorum ama inanamıyorum…